Friday, January 14, 2011

souvenir/hediyelik eşya

Yağmur başladığında, istasyonun dar çatısının altına geçip artık gelmeyeceğinden emin olduğum treni beklemeye devam etmiştim. Tam 4 buçuk saattir buradaydım ve bu allahın cezası ıssız istasyondan kurtulmak için ilk gelen yük trenine atlamak gibi çılgınca fikirlere bile sıcak bakmaya başlamıştım. Yağmurla birlikte iyice keyfim kaçmıştı ki, onu gördüm. Başlangıçta bir insan gördüğüm için çok sevinmiştim ama kısa süre içinde bunun bir deli olduğunu anladım. "Harika!" dedim. "Bomboş bir tren istasyonundayım, sonsuza kadar rötar yapmış bir treni bekliyorum, yağmur yağıyor, daracık bir çatının altında sıkıştım kaldım, ve karşıma çıkan ilk insan da kafadan kontak." Bunu nereden anladığımı sorarsanız, kolay oldu. Adam bu yağmurda ince, yeşil bir gömlek giyiyordu, bir ceketi bile yoktu, kelimenin tam anlamıyla sıçana dönmüştü, suların süzüldüğü yüzü büyülenmiş gibi iki avucuna kilitlenmişti. Avucunda ne tuttuğunu söylemek zordu ama düşürmemek için dikkat ettiği belliydi. Sanki olan biten hiçbirşeyi önemsemiyor gibiydi. Beni de görmemişti tabii. Bunun kötü bir fikir olduğunu bile bile yanına gidip merhaba dedim. Beni duymadı. Sadece geri dönüp trenimi beklemeye devam etmeliydim ama gerçekten çok sıkılmıştım. "Hey, nasıl gidiyor?" dedim. "Ne yağmur ama!", "Baksana burada mı oturuyorsun?", "Tam 4 buçuk saattir tren bekliyorum", "İstasyonda bir görevli olmadığını fark ettim", "Sanırım birazdan kendimi yakıcam". Tanrım! Adam bana dönüp bakmadı bile, Kendi varlığımdan şüpheye düşecektim. Adamın koluna dokundum, "Ne taşıyorsun böyle?" dedim ve birden avucunun içindeki şeyi gördüm.

Avucunda birikmiş suyun içinde kırmızı bir japon balığı tutuyordu. Balığı düşürmemek için o kadar dikkatli davranıyordu ki, koluna dokunduğum zaman beni yeni fark etmişti. Ben de onun Çinli olduğunu tam o sırada fark ettim işte! Ve, çekik gözlü dostum konuşmaya başladı. Sanki deminden beri içinde biriktirdiği herşeyi anlatmaya başlamış gibiydi. "Dilinizi anlamıyorum" dedim. Buna aldırdığı yoktu. Kolundaki balığı ve havayı işaret edip duruyordu. "Evcil hayvanını gezintiye çıkarmak için daha iyi bir hava seçmeliydin, zatüre olmak istemiyorsan benimle gel"dedim ve çatının altını gösterdim. Hala başıyla avuçlarındaki balığı ve havayı işaret ediyordu. Birden adamın ne söylemeye çalıştığını anladım. Yağmurun yağması iyiydi, çünkü balığı hayatta tutmak kolaylaşıyordu. Sanırım o da anladığımı anladı. Gülümsedi. Gözleri dümdüz iki çizgi oldu. "Bir kavanoz, herşeyi kolaylaştırırdı" dedim. Gülümsedi ve yolun ilerisini işaret etti. Herhalde gitmesi gerektiğini söylüyordu. "Tamam, seni tanımak güzeldi, iyi yolculuklar" dedim. Ama adam susmadı. Yolu gösteriyor beni işaret ediyor ve anlamadığım bir sürü şey anlatıyordu. "Seninle gelmemi istemiyorsun değil mi? Beni yanlış anlama ama avucunda balık taşıyan biriyle daha fazla takılmak istediğimi sanmıyorum" dedim. Tren yolunu gösterip başını sallıyor sonra yolu gösterip konuşmaya devam ediyordu. Buna inanmak istemiyordum ama sanırım trenin gelmeyeceğini söylüyordu. Adam hiç durmadan konuşuyordu, yani, susmak bilmiyordu. Sonunda "Pekiala seninle geliyorum, ama şu lanet çeneni kapat" dedim.
Yol boyunca hiç susmadı.
Deniz kenarına geldiğimizde yağmur bitmişti, o kadar ıslanmıştım ki, denizin içine doğru birkaç adım atmak fark etmeyecekti. Çinli'nin de bana katıldığını gördüm. İlerlemeye devam etti. Sanırım balığı denize bırakmaya gelmişti. Garip Çinli adetleri işte. Avuçlarını yukarı kaldırıp birşeyler mırıldanıyor, bazen de bağırıyordu. Bir tür ayin yaptığına karar verip onu yalnız bırakmaya karar verdim. Ama arkasına dönüp beni yanına çağırdı. "O çatının altından hiç çıkmamalıydım" diyerek yanına gittim. Göğsümüze gelen suda yan yana duruyorduk. Çinli kollarını kaldırıp ettiği duaları nihayet bitirmişti. Şimdi yolculuğumuz boyunca alışkın olmadığım gergin bir sessizliğe bürünmüştü. Ne beklediğini bilmiyordum. Merak da etmiyordum. Çinli kollarını nihayet aşağı indirip balığı denize bıraktığında esnemek üzereydim. Küçük balık denizin içinde kaybolmuştu. "Sanırım bitti, hadi artık istasyona geri dönelim" dedim. Ama Çinli sert bir sesle birşeyler söyledi ve gözlerini kısıp derin denize bakmaya başladı. Bu adam artık tepemi attırıyordu. Treni kaçırmış olduğumu düşündüm. Bir balığı elleriyle denize bırakmak isteyen bi kaçık yüzünden trenimi kaçırmıştım. Tam 4 buçuk saattir beklediğim trenimi! "Pekiala dostum ben artık gidiyorum!" dedim. Çinli kolumu sertçe tuttu, sanki hareket etmemi istemiyordu. "Seni manyak, bırak kolumu!" dedim. Kısık bir sesle ama sertçe birşeyler söylüyordu. Suratına yumruğumu geçirmek üzereydim ki, ensemden tutup kafamı suya batırdı.

Suyun içinde gördüklerimi tarif etmem imkansızdı. Küçük bir kız çocuğu denizin içinde salıncağa biniyordu. Bu ne kadar mantıklı bir cümle biliyorum. Çevresinde -ve dolayısıyla bizim de çevremizde- dev deniz yaratıkları vardı; ahtapotlar, deniz anaları, korkunç balıklar, canavarlar! Denizin altında çığlık atmak nasıl bir duygu bilir misiniz? İşte o an yaptığım tam olarak buydu. Çinli beni geri çıkardığında, korkudan tek bir kasımı bile oynatamıyordum. Etrafımız deniz canavarlarıyla doluydu. Bunun farkında mıydı? Ve değilse bile bunu ona nasıl anlatacaktım? Aslında, anlatmaya ihtiyacım yoktu. Tek ihtiyacım olan şey karaya çıkmaktı.Kara! O kadar uzakta görünüyordu ki. Bu kadar açılmış olamazdık. Birşeyler ters gidiyordu. Bu canavarlar bizi öldürecekti. Peki ya o küçük kız? Pek korkmuşa benzemiyordu. Kafayı yemek üzereydim. Her an bacaklarıma dolanacak bir yaratığın beni dibe çekmesini, ya da bir kaç lokmada beni yutacak bir balığın ortaya çıkmasını bekliyordum. Çıldıracak gibiydim. Çinli ise beni bırakmıştı, sakinliğini koruyor, kararlı bir şekilde açık denize bakıyordu. Belki bir saniye belki de saatler sonra kızı gördüm. Küçük kız, suyun yüzeyine çıkmıştı. Ama yüzmüyordu. Dev bir kol tarafından bize doğru itiliyordu sanki. Çinli adam ağlayıp dualar ederek kıza doğru yüzdü ve onu kucağına aldı. Adam hiç durmadan konuşuyor, bana birşeyler anlatıyor, kıza sarılıyor ve ağlıyordu. Birlikte geriye doğru yürüdük. Şimdi kara, eskisi gibi yakın bir mesafedeydi. Karaya çıktığımızda dehşetle geriye baktım. Deniz gayet normal görünüyordu. Eğer şu küçük kız olmasa hayal gördüğüme inanacaktım ama herşey o kadar gerçekti ki, birden suda birşeylerin kıpırdadığını gördüm. Ve ardından dev bir balığın kırmızı pullu sırtı yüzeyi yaladı geçti. Çinliye baktım. Ne olup bittiğini şimdi anlamıştım. Bu bir takastı. Adam ve balığın çocuklarını takas etmesi. Adam hala kızına sarılmış ağlıyordu. Burası nasıl bir cehennemdi bilmiyordum ama kurtulmak istediğim kesindi.
Arkamı dönüp yürümeye başladığımda kafamı toparlayıp sadece trene binip buradan gideceğime yoğunlaşmaya çalıştım. Ta ki omzumda o iğrenç vantuzu hissedene kadar. Arkamı döndüğümde gördüğüm şeyin ne olduğunu anlatamam. Ama şunu söyleyebilirim ki, küçük kız gelirken yanına hediyelik bir eşya almıştı.